Aradan 4 gün geçti ve
ben daha yeni yeni farkına varıyorum ne yaptığımın. Koşmaya başlayalı henüz 10 ay
olmuşken ben 4 gün önce bir maraton bitirdim. Şimdi geriye dönüp baktığımda dolu dolu bir
10 ay geçirdiğimi görüyorum. Neredeyse her 10K yarışını takip ettim, 3 yarı maraton
bitirdim ve en sonunda bir de maraton...
İlk maratonumu koşmaya,
Bozcaada'da ilk yarı maratonumu bitirdiğimde karar vermiştim. İstanbul'a döner
dönmez ilk işim Avrasya Maratonu'na kayıt yaptırmak olmuştu. Yarı maraton için
adeta efsaneleşmiş, zorluğuyla nam salmış bir parkuru bitirmiştim çünkü. "Ben
bu parkurda ilk yarı maratonumu güzel güzel koşup bitirdiysem, ilk maratonumu
da kasım ayında İstanbul'da koşar bitiririm arkadaş" demiştim kendi
kendime. Öyle de oldu. Bir söz vardır, "bazen yolculuk gidilecek yerden
daha güzeldir" diye, hakikaten öyle oldu benim için. Maraton öncesindeki
son 1-2 haftalık süreç, maraton kadar keyifli geçti benim için. Maraton
gideceğim güzel bir yer, maraton öncesindeki günler ise o gidilecek yere varmak
için çıkılan tatlı bir yolculuk gibiydi. Günler geçtikçe, 17 Kasım yaklaştıkça heyecanım
artıyordu. İçim içime sığmıyordu sanki. Maraton koşan insanların yazılarını okuyor,
motive edici videolar izliyor, sabırsızlandıkça sabırsızlanıyordum. İlk maratonumu,
aşık olduğum ve doğup büyüdüğüm şehirde koşacak olmak, beni daha da çok mutlu ediyor
ve heyecanlandırıyordu.
Ben koşmayı sadece bir
spor, bir fiziksel aktivite olarak görmedim ilk günden beri. Koşmak benim için
koştuğum parkurla bütünleşmek, o parkuru yaşamak bir anlamda. Bozcaada'da
Ege'nin mavisine dalıp gitmek, kekik kokularını içime çekmek mesela... Ya da İznik'te
tarihi yaşamak binlerce yıllık surların yanından geçerken. Veya yeşili kucaklamak
Belgrad'da... O yüzden koşarken müzik dinlemem; doğayı, denizi, yaprakların hışırtsını
ve vücudumu dinlerim. Maratondan önce de İstanbul'u dinlemeyi ve koşarken iliklerime
kadar hissetmeyi hayal ettim hep. Sadece bir maraton olmayacaktı bu, istanbul'u
yeniden keşfedecektim karış karış. Boğaz Köprüsü'nün üzerinden geçerken Boğaziçi'nde
bir kuş gibi hissedecektim kendimi, Galata Köprüsü'nden geçerken hayaller kuracaktım,
yüzyıllar öncesine gidip Doğu Romalılar'ı, venedikler'i, Cenevizliler'i ve Osmanlılar'ı
selamlayacaktım. Koşmak biraz böyle romantizm işte benim için, biraz tarihe yolculuk,
biraz doğaya yolculuk, biraz da kendime yolculuk...
Bu heyecanla cumartesi
gecesi uyuyamadım hiç. Sabah 05.45'te birkaç saatlik uykuyla yatağımdan
kalktım. Evden çıkmadan önce bir muz, biraz fındık ve siyah kuru üzüm yedim. Biraz
su biraz da süt içtim. Yemekten konu açılmışken; maraton öncesi beslenmenin öneminden
hep bahsedilir. Ben de 1 hafta öncesinden yavaş yavaş karbonhidrat ağırlıklı beslenmeye
başlamıştım. Bütün hafta bol bol makarna yedim. Bunun yanında tatlı konusunda da
hiç bir sınırlama getirmedim kendime. Aralarda protein de aldım. Tavuk, süt,
yoğurt gibi şeyler yiyip içmeyi ihmal etmedim. Muzu çok severim, muzla sütü bir
arada daha çok severim. Akşamları yatmadan önce muhakkak birkaç tane muz ve
birkaç bardak süt içtim. Birçok sporcu protein tozu, yarışlarda enerji jeli
kullanır. Ben ne fitness yaptığım dönemde ne de koştuğum bu yıl içinde her
ikisini de hiç bir zaman kullanmadım. Her zaman doğal yollarla protein ve
enerji ihtiyacımı karşıladım. Mesela bazı arkadaşlarım uzun koşularımda enerji
jeli kullanıp kullanmadığımı soruyor ve ben "hiç kullanmadım" deyince
gözlerini açıp şaşırıyorlar. Ben de insanların bu şaşkınlıklarına şaşırıyorum.
Sanki 40-50 sene önce sporcular protein tozu ya da enerji jeli kullanıyordu.
Ben son 20-30 yılda kullanımı ve üretimi artan bu sporcu takviyelerinin, ortaya
ticari amaçlarla çıkmış büyük bir sektörün sonucu olduğunu düşünüyorum. Bunları
kullanmak sanki bir zorunlulukmuş gibi lanse ediliyor. Evet, vücudun protein,
mineral, başka bir takım maddelere ihtiyacı olduğu tabiki doğru ama bunları
illa besin takviyesi marketlerinde satılan ürünlerle karşılama fikri bana çok ticari
geliyor. Ben de bugüne kadar bunların hiç birini kullanmadım. Vücudumun ihtiyaç
duyduğu herşeyi doğal yollarla karşıladım. Maratonda koşacağım 42 km'nin ise
enerji verecek bir şey olmadan geçmeyeceğini tabiki biliyordum. Kendime yine tamamen
doğal ev yapımı bir enerji jeli hazırladım. Büyük marketlerde, bildiğimiz 250 ml.'lik
su şişelerinin bir ufak boyu daha satılır. Elde taşımak kolay olsun diye bu su şişesinden
aldım bir tane. Evde bir kasenin içine 2-3 kaşık bal, 2-3 kaşık dut pekmezi, bir
çay kaşığı tarçın, bir yemek kaşığı limon ve bir tatlı kaşığı tuz koyup hepsini
karıştırdım. Sonra bu karışımı aldığım minik şişeye doldurdum. İşte size tamamen
doğal bir enerji jeli... Bu jel benim benzinim oldu resmen. Yarış esnasında
beni diri tuttu.
Dönelim tekrar yarış sabahına... Evden çıktığımda saat 6.20'ydi
ve hava çok soğuktu. Arkadaşlarım Laura ve Emir'le buluşup Kadıköy üzerinden
Altunizade Köprüsü'nün hemen girişindeki bir pastaneye gittik, Kadıköy
Runners'tan arkadaşlarımızla buluşmak üzere. Biz gittiğimizde saat 7'ydi. 8'e
doğru diğer arkdaşlarımızın da katılımıyla Altunizade Köprüsü'nden yürüyerek
Boğaz Köprüsü yoluna indik. Köprüye doğru yürümeye başladığımızda artık içim
içime sığmıyordu. Maraton öncesi günlerce hayalini kurduğum ilk şey Boğaz Köprüsü'nden
koşarak geçmekti. Bu heyecanla ve havanın da hala soğuk olmasının etkisiyle jog
atarak gitmeye karar verdik. Start alanına vardığımızda organizasyonun ilk
olumsuz yüzüyle karşılaştım. Çanta otobüsleri... Yarışçıların çantalarını
teslim alacak otobüsler sıkışık bir alana dizilmişti. Üstelik bu alana girmeye
çalışan makam araçları ayrı bir sıkışıklığa neden olmuş, insanlar çantalarını
teslim etmek için yarışmaya çoktan başlamışlardı. Ben de çantamı vermek için
baya mücadele ettim. Çantamı verdikten sonra da start alanına geri dönmek için
baya mücadele ettim. İlk çıkardığım ders şuydu; bir sonraki sene en az 1-1.5
saat önce yarış alanına gelip çantaları teslim edeceksin rahat rahat!
Start
alanında benim gibi maraton koşacak Umut İmren, Serkan İmrak gibi diğer arkadaşlarımı
gördüm. Tokalaştık, sarıldık birbirimize. Onları görmüş olmak yarış öncesi beni
çok mutlu etti, moral verdi. Sonra sevgili Cenk Abimle bulduk birbirimizi. O da
ilk maratonunu koşacaktı. Birlikte fotoğraf çektirdik. Daha sonra Kadıköy
Runners'tan 15K koşacak diğer arkadaşlarımızı bulduk o kalabalıkta, yarış öncesi
toplu foto geleneğimizi bozmadık her şeye rağmen.
Tekrar 42K start alanına
döndüğümüzde artık dakikalar kalmıştı maratonun başlamasına. O sıralarda en çok
şaşırdığım şey katılımcıların neredeyse %90'ının dünyanın dört bir tarafından
gelen yabancılar olmasıydı. Cenk Abi'yle etrafımızda Türk yoktu. Hatta birkaçı
elimdeki doğal enerji jelimi merak etti ve sordu. Karışımın bileşenlerini
saydığımda da hepsinden geçer not aldı doğal jelim :))Ve nihayet beklenen an
geldi, maraton startı verildi. İlk adımlarımızı atıp Boğaz Köprüsü'ne
çıktığımız ve orada koştuğumuz anlarda hissettiklerimi tarif etmem çok zor. Başka
bir boyuta geçtim sanki. İnanılmaz bir mutluluk hissi ve duygusallık kapladı her
yanımı. O anlar bitmesin istedim. Gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Anlamsız
bir şekilde bir yandan ağlıyor bir yandan gülüyordum. Deli gibiydim resmen...
"Koşu dünyasının divası" dediğim Şirin Mine Kılıç, "ilk öpücük
unutulur, ilk maraton unutulmaz" demişti bir yazısında, ben ona şöyle bir
ekleme yapmak istiyorum; "ilk maraton unutulmaz, ilk maratonun ilk
adımları ise asla unutulmaz!"... Hele orası İstanbul ise, Boğaz Köprüsü
ise...
Nasıl geçtiğini
anlamadığım o rüya gibi anlardan sonra köprüden çıktık ve ben köprüyü geride
bırakır bırakmaz sanki o rüyadan uyandım. Birden bire gerçek dünyaya geri
dönmüş yarış atmosferine girmiştim. Bu geçiş evresi bile çok garip ve
unutulmazdı; sanki önce bayılmış sonrasında aniden ayılmış ve ayağa kalkmıştım.
Bu ayılma süreciyle ilk işim tempomu ayarlamak oldu. Maraton stratejim şuydu;
30K'yı tam 3 saatte koşmak, son 12 km'yi de 1 saat 15-20 dakika gibi bir sürede
tamamlayarak maratonu 4 saat 15-20 dakikada bitirmek. 3 saat 30K hedefi benim
için çok önemliydi. Bunu başarırsam hedeflediğim süreye ulaşacağıma kesin
gözüyle bakıyordum. Hatta daha bile iyisi olabilir diye düşünüyordum. Yarış
öncesi Barbaros Bulvarı'ndan inişte Beşiktaş'a kadar kendimi bırakmayı
düşünmüştüm. Ama bu uzun yokuşta kontrolsüz iniş, 2 hafta önce Eskişehir'de
başlayan diz problemime olumsuz etkide bulunabilirdi. Bu yüzden ne tempomu
bozdum, ne nefesimi bozdum, kontröllü bir şekilde aynı tempoda Barbaros
Bulvarı'nı indim. Aslında köprü çıkışından Yenikapı sahiline inene kadar çok
keyifle, etrafı seyrederek, maratonun o güzel atmosferini soluyarak,
İstanbul'un güzelliklerini hissetmeye çalışarak, hayaller kurarak koştum.Ne sıkıldım,
ne önümde daha koşmam gereken uzun kilometreleri düşündüm... Sadece keyif alarak,
İstanbul'u dinleyerek koştum. Muhteşemdi gerçekten. Maraton benim için harika
ve tam istediğim gibi gidiyordu. Dolmabahçe'den, Tophane'den, Karaköy'den,
Galata Köprüsü'nden, Balat'tan, Fener'den ve Eyüp'ten geçerken resmen aşk
tazeledim istanbul'la...Sonra Unkapanı yokuşu, Bozdoğan Kemeri, Aksaray,
Yenikapı... Bir İstanbul masalıydı sanki. Geçtiğim her yerde çocukluğumdan,
ailemden, ailemin geçmişinden izler vardı. Bunları da düşünüyordum bir yandan.
Boğaz Köprüsü'nden Yenikapı'ya kadar sanki 10 dakikada koşmuşum gibi geldi
bana. Evet, vaktin ve kilometrelerin nasıl geçtiğini gerçekten anlamamış, buna
bende şaşırmıştım ve sevinmiştim tabi.
Ben hayallerimle
koşarken diğer yandan da aslında gayet bilinçli koştum. ilk su istasyonundan
itibaren hiçbirini pas geçmedim ve 3-4 yudum da olsa sürekli su içerek vücudumu
susuz bırakmadım. Terle vücudumdan atılan suyu hemen yerine koydum diyebilirim.
Suyun yanında verilen elma ya da muzlardan da her istasyonda en bir tane yedim.
Unkapanı'nda ise doğal enerji jelimden bir büyük yudum aldım ve üzerine 3-4
yudum su içtim kana hemen karışması için. Bu enerji jelimi 30-32K'ya kadar 5-6
km'de bir periyodik olarak söylediğim şekilde tükettim ve gerçekten çok ama çok
büyük faydasını gördüm. Finishte vücudumun herhangi bir sıvı ve besin
takviyesine hiç ihtiyacı yoktu, çünkü ben yarış esnasındaki bu beslenmeyle 42K
boyunca metabolizmamı hiç bir şeyden eksik bırakmamıştım. 22K'ya güle oynaya
geldiğimde, bütün motivasyonumu, moralimi alt üst eden o korktuğum şey karşıma
çıktı; Eskişehir yarı maratonunda başlayan diz problemi! Evet, 20-22K civarında
sağ dizim sızlamaya başladı. O sızlamayı ilk hissettiğim an rüzgar tersten
esmeye başladı benim için. İstasyonlarda verilen süngerleri ve suları sağ dizime
boca etmeye başladım. O anlarda odak noktam tamamen dizim olmuştu. Yine de 3
saatte 30K'yı tamamlayarak yarış öncesindeki hedefime ulaştım. Bakırköy dönüşüne
kadar dua ettim. Orası benim için bir eşikti. Eğer orayı dönersem her şeye
rağmen diz ağrısıyla da olsa dişimi sıkar maratonu bitiririm diyordum. Artık
içimi büyük bir endişe kaplamış, dizimdeki sızlama ağrıya hatta yer yer acıya
dönüşmeye başlamıştı. Bakırköy dönüşünden sonra psikolojik olarak rahatlayacağımı,
nasıl olsa oradan sonrasını bir şekilde bitirim diye düşünürken asıl savaşım o
dönüşten sonra başladı. Artık dizim rahat rahat, güle oynaya koşmama izin vermiyordu.
Enerjim yerindeydi, gücüm kuvvetim yerindeydi ama tek ayakla koşmaya çalışıyor
gibiydim. Buradan sonrası benim için tam bir savaştı. 30'lu kilometrelerde, özellikle
de 30-35K arasında hayatımın en büyük mücadelelerinden birini verdim diyebilirim.
Artık moralim yerlerdeydi, korkuyordum. Koşarken yapacağım en ufak ters bir hareket
dizimin havlu atmasına neden olabilirdi. Çünkü çok hassaslaştığını
hissediyordum. Adımlarımı çok dikkatli ve düzgün atmaya çalıştım. Mecburen
yavaşladım. Yavaşladıkça bu sefer daha fazla acı çekmeye başladım. Sanırım 33.
km'ydi ve ilk kez orada koşmayı bırakıp yürümeye başladım. 2-3 dakika yürüdüm.
Dizime su döküp bir yandan parmak uçlarımla masaj yaptım. Sonra tekrar koşmaya
başladım ama o kadar uzun koşup, sonra durup tekrar koşmaya başlamak da pek iyi
değilmiş onu anladım. Tekrar bir ivme kazanmak 1-2 dakikanızı alıyor.
Vücudunuzdaki bütün ağrıyan yerleri hissediyorsunuz çünkü. 37. km'ye kadar yine
hiç durmadan ama çok yavaş bir tempoyla koştum. Artık sadece sağ dizimdeki ağrıyı değil
bacaklarımda ve vücudumdaki diğer ağrıları da hissediyordum. 37. km'de tekrar
yürümeye başladım. 2-3 dakika da burada yürüdüm. Bu sefer ağrıların yanı sıra, döktüğüm
sulardan ve tabi terden kıyafetlerim sırılsıklam olmuştu, denizden esen serin rüzgar
da vurunca vücut ısımın gittikçe düştüğünü farkettim. Ama artık 5 km kalmıştı.
5 km neydi ki? Benim için artık antreman mesafesi bile olmayan sadece 5 km!
Kendime gaz verip tekrar koşmaya başladım. Ama o 5 km hayatımın en zor, en
bitmek bilmeyen 5 km'si oldu! Gülhane girişini görmek için sabırsızlanıyordum.
Koşuyordum koşuyordum ama o Gülhane karşıma çıkmıyordu. Derken arkadan
"Volkan" diye bir ses duydum. İnsanlıktan çıktığım dakikalarda, gelen
ses üzerine durup arkamı döndüğümde Bloomberg HT'den yayın yönetim müdürümüz
sevgili Koray Abi'yi gördüm. Elinde güzel makinası başladı beni çekmeye.
Çok
duygulandım onu görünce. Çünkü yarıştan önceki hafta konuşuyorduk. Maratona fotoğraf
çekmeye geleceğini söylemişti. Ben de tahmini olarak bitireceğim zamanı ona söylemiştim
ve finishte fotoğrafımı çekecekti. O beni Gülhane girişinde yakaladı. O an unutmuştum
onun geleceğini ve bir de hiç beklemediğim bir anda beni yakalayınca çok duygulanmıştım.
Gözlerim doldu yine... Zaten ilk maratonu koşan bir insanın artık en duygusal
olduğu, duygu boşalması yaşayacağı yerler bu son 1-2 km'dir. Kafanızdan bin
tane şey geçer... Daha doğrusu bütün
duygular, hisler birbirine girer. Koray Abi arka arkaya deklanşöre basıp 5-6
fotoğrafımı hızlıca çektikten sonra ona uzaktan bağırarak teşekkür ettim ve
Gülhane yokuşuna girdim. Artık son 1 km'ydi. Gülhane Parkı maratonun son kısmıydı
ve ne yazık ki eğimli bir yerdi. Bunu herkes gibi ben de biliyordum ama artık bacaklarım
gitmiyordu. Hem dizimdeki ağrıdan kaynaklanan moralsizlik, hem ilk maratonun doğal
tükenmişliği beni Gülhane'den zor çıkarttı. Gülhane'nin Sultanahmet'e açılan çıkışını
geçtiğim an yolun her iki yanında muazzam bir kalabalık ve hemen o kalabalığın başında Kadıköy Runners'tan arkadaşlarım
Seda,Özge, Dilek, Emin ve Osman Abi'yi gördüm. Beni bekliyorlardı ve
"Haydi Volkan haydi" diye bağırıyorlardı. Önlerinden geçerken elimi uzattım
onlara. Tarifsiz bir mutluluk içindeydim. Onları orada görmek bana maraton koşmaktan
daha fazla mutluluk vermişti. Arkadaşlarım beni beklemiş, beni yalnız bırakmamışlardı.
Emin ve Osman Abi her iki yanıma geçerek benimle birlikte koşmaya, son 300
metrede beni taşımaya başladılar.
İkisi de bir yandan "haydi az
kaldı" diye bana güç vermeye çalışıyordu. Yerebatan Sarnıcı geçip finish
noktasını gördüğümde el ele tutuştuk ve finishi beraber geçip bitirdik. İşte
her şey o an bitmişti. Artık maraton koşup bitirmiş biriydim. İlk maraton
derecem 4 saat 42 dakikaydı. Hedeflediğim 4 saat 20 dakikanın üzerinde
kalmıştım. Sağ dizimle verdiğim savaş bana en az 20 dakika kaybettirmişti. Ama
buna takılmıyorum gerçekten çünkü bitirememe gibi bir risk de vardı önümde.
Yarıştan sonra ilk işim
yan taraftaki çimlere geçip yere uzanmak oldu. Hiç bir şey düşünmüyordum.
Maraton bitirmenin mutluluğunu fark edemedim o an, sadece dizime rağmen bitirdiğim
için şükrediyordum. Hatta o an koşmaya dair herhangi bir şey bile duymak istemiyordum.
İstediğim tek şey evime gidip sıcak duşun altına girmek, sıcak bir şeyler içmek
ve sıcacık yatağımın içine girip iki gün oradan çıkmadan yatmaktı. O gün ve
ertesi gün sünnet çocukları gibi yürüdüm. Merdiven inip çıkmak işkenceydi.
Bütün bacaklarım her yerim ağrıyordu, belim ve sırtım bile... Resmen pert
olmuştum.
Nasıl bir şey
başardığımı, bir maraton bitirmenin ne demek olduğunu aradan birkaç gün geçince
anlamaya başladım. Bu gerçekten müthiş bir deneyim, çok büyük bir anı insan hayatında.
Koşmayı seven, koşmaya ilgi duyan herkesin hayatında en az bir kere bu deneyimi
yaşamasını öneririm. Koşmak, sadece koşmak değildir! Maraton ise sadece 42K değildir
bence... Eğer hayatınızda daha önce hiç 10K koşmadıysanız ve bir 10K yarışına katıldıysanız,
sizin maratonunuz 10K'dır! Eğer yarı maratonu ilk kez koşacaksanız, sizin maratonunuz
21K'dır! Bu hayatta herkes kendi maratonunu koşuyor aslında, mesafe mühim değil.
Mühim olan bence koşmayı sevmek ve hayatının bir parçası haline getirmektir.
Bunu yaptığınızda garanti veririm ki bir gün sizde muhakkak en az bir maraton
koşacaksınız demektir :))
Not: organizasyonla
ilgili bir şey yazmak istemiyorum. Bu konuda herkes zaten birşeyler söylüyor.
Özellikle yurt dışındaki maratonlara katılmış insanların söyleyecek daha fazla
sözü var. Ben kendi adıma büyük bir olumsuzluk yaşamadım ya da göremedim.